9 Nisan 2008 Çarşamba

Diyalogcu Hayrettin Karaman Gerçeği

hayrettin karaman diyalogcu dinler arası diyalog zaman aksiyon samanyolu

Hayrettin Karaman, Zaruri Açıklama isimli yazısında kendisinin mezhepsiz, vehhabi, müctehid, müctehidlere karşı saygısız, reformcu, İbni Teymiyeci, Efganici ve Abduhcu olmadığını, tavizli fetvalar vermediğini, Diyanetçe neşredilen Mezhepsiz Reşit Rıza’nın Kitabında ehli sünnetin icma ve ittifakına aykırı bir şey bulunmadığını belirtiyor.

İddialarını kendi maddelerine göre sıralıyoruz:

1- Mezhepsizlik iddiası: “Biz itikaden Maturidi, amelen Hanefiyiz, Müslümanların bir mezhebe bağlı kalmalarını caiz görürüz” diyor. Halbuki caiz demek, olması da olmaması da dine uygundur demektir. Müslümanların dört mezhepten birine bağlı kalmaları şarttır demeyip de caiz demekle bir mezhebe bağlanmamaya cevaz vermiş oluyor ki bu da mezhepsizlik olur. Tefsiri Mazheri’de “Dört mezhepten ayrılmak dinden ayrılmak olur” buyurulmaktadır. Oku Dergisinin 152. sayısında bir açıklama başlığı altında Mevdudi’nin “Benim mezhebim yoktur” sözünü açıklarken “Muayyen bir mezhebe bağlı kalmadan islami problemi açıklamak, çözmek ve karara varmaktır. Bu yol ise gerçek âlimlerin takip edecekleri tek yoldur” diyor. Görüldüğü gibi “Mezhebim yok” demenin “gerçek âlimlerin takip edeceği tek yol” olduğunu söylüyor. Karaman’a mezhebi yok diyen Oku Dergisindeki Karaman değil mi?

2- Vehhabilik iddiası: “Elimizdeki deliller, onlara kâfir veya ehli bidat demeye kafi değildir ve benim vehhabi olduğuma dair tek delili olan ortaya çıksın” diyor. Hak mezhep dört tane değil midir? Vehhabiliğin sünni bir mezhep olduğunu hangi Ehli sünnet âlimi söylemiştir, Vehhabiliğin ciltleri dolduran sapıklıkları vardır. Ehli sünnet âlimleri sayısız reddiyeler yazmıştır. “Vehhabi değilim” demek, bazı siyasilerin komünizmi kötülemeyip de sıkışınca “Ben komünist değilim” demelerine benziyor. Kitab-üs-sünne isimli vehhabi Kitabının 35. sayfasında, “Peygamber, Allahı dört meleğin taşıdığı altın bir kürsü üzerinde görmüştür” diyor. Böyle inanmak küfür değil midir?

3- Müctehidlik iddiası: “Hiçbir yerde yazılı veya sözlü olarak ben müctehidim demedim” diyor. Çorum’da kursiyerlere yaptığı konuşmada, Türkiye’de uşurun verilmesi gerektiğini, Ömer Nasuhi Bilmen’in ise verilemez dediğini söylüyor. Bunun üzerine sakallı bir imam: “Sizin ve Ömer Nasuhi Bilmen’in söylediği bir müctehide mi aittir, yoksa kendi görüşünüz mü?” sorusuna: “Verilmez sözü Ömer Nasuhi Bilmen’in ictihadıdır, verilmesi gerekli sözü de benim ictihadımdır. O haram işletiyor, ben ise bir farzı işletiyorum” diye cevap veriyor. Ona müctehid diyen, kursiyerlere konuşan Karaman’dır.

4- Müctehidlere saygısızlık iddiası: Müctehid bulunmadığı için ictihad kapısının kendiliğinden kapandığını söyleyen EI-Kerhi, EI-Kaffal, Kadihan, Abdulkerim-i Rafii, İbni Ebiddem, Eş-Şihaburremli, İbni Haceril Heytemi, Eş-Şemsür-remli, Münavi, Davud bin Süleyman, Yusuf-i Nebhani gibi âlimleri zikrettikten sonra bunların ictihad hareketine karşı çıkmalarına sebep olarak İ.H.İctihad kitabında “Mezhep taassubu, cehalet, menfaat ve ademi basiretin en büyük rolü oynadığını söylemek mümkün” diyor. Bu mübarek âlimlere mutaassıp, cahil, menfaatperest ve basiretsiz demek bir saygı ifadesi mi?

5- Reformculuk iddiası: Mezhepsizlik= reformculuktur. Mezhepsizlik varsa reformculuk da vardır.

6- Tavizli fetvalar iddiası: “Hiçbir yerde nikah dini değildir demedik” diyor. Mukayeseli İslam Hukuku isimli kitabında “Esas ve şartlarını dini nasların ve bunlara müstenid ictihadların tesbit etmiş olması, evliliğin dini bir akit olmasını icap ettirmez” denmektedir. Evet nikah dini değil, dememiş de kitabına yazmış. Demek tavizli fetva verdi diyen kendi eseri oluyor.

7- İbni Teymiyeci, Efgani ve Abduhcu iddiası: “İbni Teymiye’nin kâfir ve sapık olmadığını, ancak bazı ifratları ve ictihad hataları olduğunu” söylüyor. Eğer İbni Teymiye müctehid ise kimse onun hatasını bilemez. İctihadla ictihad nakzolunamaz. Onun ictihadının hatalı olduğunu nasıl bildi ki? İbni Teymiye’nin cihete kail ve arşın kıdemine kani bulunduğu ve mücessimeden olduğu muteber kitaplarda yazılıdır. Bu ise Ehli sünnete aykırıdır. İbni Teymiye, “kâfirler de cehennemde ebedi kalmaz” diyor. Bu ise Kur’ana aykırıdır. Cennet de cehennem de ebedidir. (Bakara 25, 81,82)

Efganici iddiası: “Peygamberlik sanatlardan bir sanattır” diyen, çeşitli sapıklıkları bulunan Efgani hakkında “Efgani masonluğu bıraktı” diye âdeta müdafaa edişi onu sevdiğini göstermez mi?

Abduhcu iddiası: İ. H. İctihad isimli eserde mezhepsiz Abduh’u da müctehidler arasında zikretmiş. Hocası Davudoğlu, Din Tahripçileri isimli eserinde çeşitli mucizeleri tevil ve inkâr eden ve Mısır’da ilk mason locasını kuran Abduh’un “Teselsülün butlanı meselesine muhalif” olduğu ispatlanmıştır. Artık Abduh’un masonluğu bırakıp bırakmaması mühim değil, bu görüşü bile küfür olarak yeter ona.

Mehmet Sofuoğlu,Tefsir Kitabında Abduhu şöyle övüyor: “En mühim fetvaları, Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından kesilen hayvanların eti ile, faizin cevazına dair verdiği fetvalardır.” (s. 41)

Faize helal ve Kur’ana mahluk diyen masona nasıl olur da müctehid diyebilir? Zırva tevil götürmez.

8- Diyanetin neşrettiği kitap: Bu kitapta taklidin batıl olduğunu söyleyen mezhepsiz Reşit Rıza, mukallidin ağzından s. 169′da “Adam Muhammedi olmayı bırakıyor da Hanefi veya Şafii oluyor” diyor. Hanefi veya Şafii olmayı Muhammedi olmaktan başka bir şey zannediyor mezhepsiz. Muhammedi olmayan kâfirdir. Bütün Hanefiler, Reşit Rıza’ya göre Muhammedi olmadığı için kâfir olmuş olmuyor mu? Şakkulkamer mucizesini inkâr ettiği, Hz. Musa’ya kâhin dediği Davudoğlu’nun Din Tahripçileri isimli eserinde vesikaları ile bildirilmekte olan Reşit Rıza’nın kitabı nasıl yayınlanabilir?

Karaman’a bazı sorularımız var:

1- Hocanız, Emekli postacı İhsan Oğuz, “Elhamdülillah yarım asra yakın bir zamandan beri cumhuriyet idaresini kurmuş oluyoruz” diyor. Siz ondan farklı mı hamd ediyorsunuz?

2- Dört hak mezhebin dördüne göre de özürsüz kaçırılan namazların kazası da farzdır. Ancak İbni Teymiye ve diğer mezhepsizlere göre, özürsüz kaçırılan namazların kazası farz değildir. Bizdeki bir mektubunuzda, İbni Teymiyenin görüşünü savunuyorsunuz.

Şimdi bu görüşten vazgeçtiniz mi?

3- Mezhepsizler, müctehidlerin Selefiye mezhebinden olduğu iftirasını yayıyorlar. Selefiye’de tevil asla caiz olmadığına göre, tevil edilmesi gerekli birçok âyet-i kerime ve hadis-i şerif vardır. Tevil edilmeyip o şekilde itikad edilirse küfür olur. Mesela A’raf suresi 190, Bekara 10, Feth 2, Enbiya 87, Yusuf 24, Enam 76-77-78, Tevbe suresi 43. gibi âyet-i kerimeler tevil edilmezse insan küfre düşer. Tevili gerekli nasları tevil etmeyerek, Allah yer semasına iner kabul etmek küfür değil mi? Nasları okuyup hikmetini Allah bilir demek başka, o şekilde inanmak başkadır.

4- Selefiyeci emekli postacıya yazdığınız mektubun cevabını arkadaşlarınız, bana okudu. Feth suresindeki zenb kelimesini sormuşsunuz. O da “Oğlum Hayrettin..” diye başlayan mektubunda “Bu kâinatın Efendisinin günahıdır” diyerek tevili caiz görmemiştir. Siz de buna inanarak peygamberlerden ismet sıfatını kaldırdınız mı?

Aradan çeyrek asır geçmesine rağmen Karaman bu suallere cevap vermemiştir.

Karaman – Yavuz münakaşası

İstanbulun eski müftülerinden A. Fikri Yavuz, Hayrettin Karaman tarafından sadeleştirilen mezhepsiz Reşit Rıza’nın “Mezahibin Telfîkı” isimli Kitabına reddiye mahiyetinde bir risale hazırlamış. Karaman durur mu, o da bu risaleye cevap olmak üzere bir broşür hazırlamış. Risaleler danışıklı dövüş gibi hazırlanmış. Aynı matbaada ve aynı yayınevi tarafından basılmış. İşin tuhafı Yavuz’un bazı kitapları, Karaman’ın broşüründe de reklam edilmektedir. Yavuz, şöyle ilmi bir tenkit vücuda getirmiş:

“Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu. Eninde sonunda oyun meydana çıkar ve çıktı işte Karaman” diyor.

Karaman da bir cevap veriyor: “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır.”

Yavuz’un risalesinde mason ve mezhepsiz Abduh’un “Bulunduğumuz asır, bir mezhep üzerine saplanıp kalacak zaman değildir” cümlesini Kitabın kapağından niçin çıkarıldığı soruluyor. Karaman ise, yanlış anlaşılmasın diye kapaktan çıkardığını, fakat Kitabın 21. sayfasında bu cümlenin de yer aldığını belirtmektedir.

21. sayfaya bir göz atalım:

Müslümanların yaşayabilmesi için iki çare gösteriliyor:

1- İnanç itibariyle birbirine muhalif olan Ehli sünnet ile Şia âlimleri arasında tam bir anlaşma vücuda getirmek,

2- Fıkıh mezheplerini birleştirerek.

Yavuz soruyor: “Şia mı Ehli Sünnete taviz verecek, yoksa Ehli Sünnet mi Şiaya taviz verecek?”

Tabii Karaman buna cevap vermez. Çünkü Karaman, hak ile batılın birleşmeyeceğini iyi bilir.

Yavuz, “İslam âleminin kurtuluş çaresi, asırlardır gelen hurafeleri hakikate tebdil edip dini, bir nokta etrafında toplamakla mümkün olacaktır” ibaresindeki hurafe nedir? Diyor. Bizimki susuyor, halbuki herkes bilir ki hurafe, onlara göre dört hak mezheptir. Mezheplere ayrılmak rahmet iken, ne diye bir noktaya toplamaktan bahsedilir? Mezhebin dört olması hurafe mi, rahmet mi? Cevap yok tabii.

21. sayfada, “Bugün fetva makamından çıkan fetvalar, hiç olmazsa dört mezhep üzerinde olmalı değil mi?” deniyor. Ne demek bu? Hanefi olan bir Müslümana dört mezhep haricinde fetva verilmez. Ama bir ihtiyaç varsa, kendi mezhebinde bir çare yoksa, o zaman diğer üç mezhepten birisi taklit edilir. Mezhepler üstü fetva olmaz.

Karaman, “Mezheplerin birleştirilmesinden maksat, mezhepleri ortadan kaldırmak değil, fetva verilirken çeşitli fıkıh mezheplerinin hepsinden istifade etmektir” diyor. Mezhepler yerinde dursun, istediği kadar istifade etsin, kim ne der? Niye mezhepleri birleştirelim deniyor ki?

Karaman, “İslam, bir mezhebin ihata edemeyeceği kadar geniştir. İslam bir derya ise mezhep bir göldür” diyor. Halbuki Zaruri açıklama yazısında bir mezhebe bağlanmak caizdir ve ben Hanefiyim diyordu. Nasıl olur da derya varken bir göl ile iktifa edebilir? Bu iki ifadeden hangisi samimidir?

Karaman, Reşit Rıza’nın Türk düşmanı ve İngiliz taraftarı olmadığını, “Onun düşmanlığı Türk milletine değil, o günkü idareyedir.” O idarenin ne olduğunu da açıklıyor: “Abdülhamid’in istibdadına çatmıştır” diyor. Cennetmekan Ulu Hakan’ın müstebit olduğunu başta Yahudiler olmak üzere yabancılar söylemiştir. Ehli sünnet olan hiç bir din adamı ona müstebit dememiştir. Ulu Hakan, HATIRA DEFTERİ’nde Efgani’nin bir İngiliz ajanı olduğunu söylerken, Karaman, 4. maddede, “Efgani ömrünü İngilizlerle mücadele halinde geçirmiştir” diyor. İsteyen Ulu Hakana inanır, isteyen Karaman’a.

Karaman, Reşit Rıza’nın İmam-ı Gazali’nin İHYA’sını çok okuduğunu, bu ilmi İmam-ı Gazali’ye borçlu olduğunu naklen bildiriyor. Az sonra da, Mason Efgani‘nin yön verdiği ve mason Abduh‘un yazarı bulunduğu bir mecmua Reşit Rıza’nın eline geçiyor. Karaman, “Gazetenin iki nüshasını tesadüfen ele geçiren Reşit Rıza, onları okuyunca adeta sihirlenmiş, din anlayışı değişmiştir” diyebiliyor. Hani derler ya, şecaat arz ederken sirkatini söylemek… Tıpkı böyle. Adam İmam-ı Gazali’nin eserlerinden DİN’i öğreniyor, iki mezhepsizin gazetesini okuyunca din anlayışı değişiyor. Yani İmam-ı Gazali’nin din anlayışından başka bir anlayış. Efgani ve Abduh tipi bir anlayış. Buna intak-ı Hak derler, yani Allah söyletiyor bunu.

İkinci bir intak-ı Hak da şöyledir: Reşit Rıza, Egani Kitabı ile Nehcülbelaga’yı çok okurmuş. Halbuki Egani’nin yazarı olan Ebulferec Ali bin Hüseyin İsfehani şiidir. Nehcülbelaga’nın da yine bir rafizi tarafından yazıldığını İmam-ı Askalani ve İmam-ı Zehebi gibi âlimler açıklamışlardır. Karaman, Reşit Rızayı öveceğim derken içinden çıkılmaz, tevili mümkün olmayan hatalara düşüyor. Allahü teâlâya hamd olsun ki Karaman kendi ağzı ile Reşit Rıza’nın hangi kitapları okuduğunu bize bildirdi. Rafizi kitapları okuyan ve din anlayışı İmam-ı Gazali’ninkinden başka olan Reşit Rıza’nın nasıl bir mezhepsiz olduğunu böylece öğrenmiş olduk.

Karaman “Mezhepsizlik Ehli sünnet dışı kimseler için kullanılır. Bu Kitabı okuyan, böyle bir mezhepsizlik yapıldığını iddia edemez, ederse iftira etmiş olur” diyor. Reşit Rıza’nın dört mezhepten birisine mensup olmadığını selefi olduğunu söylüyor, hem dört mezhebin dışında ol, hem de Ehli sünnet ol, olmaz böyle şey…

Karaman, “Tek mezhebe bağlanmak, dördüncü asırdan sonra ortaya çıkmış bir âdettir. Ondan önce bir mezhebe bağlılık yoktu. İmdi tek mezhebe bağlı kalmayanı kötüleyen bu nesilleri de kötülemiş olur” diyor. Bu söz, şarabın henüz haram edilmediği zamanı kastedip “Asr-ı saadetin ilk zamanlarında şarap içen İslamın en faziletli nesilleri vardı. Şarap içeni kötüleyen o faziletli nesilleri de kötülemiş olur” demeye benzer veya “Hz. İsa’nın dininde şarap haram değildi. Büyük Peygamber Hz. İsa’nın haram etmediği şarabı haram saymak, Hz. İsa’yı kötülemek olur” demekten ne farkı var?

Bütün mezhepsizler, “Sahabe ve tabiin devrinde mezhepler yoktu. Biz de mezhepsiz olsak ne çıkar” diyorlar. İmam-ı a’zam gelmeden önce, Hanefi mezhebine tabi olmak olur mu? O zamanlar İmam-ı Sevri’ye, İmam-ı Evzai’ye tabi olanlar olmuştur. Fakat şimdi, bütün hükümleri tedvin edilmemiş olan bu mezheplere tabi olunamayacağını Ehli Sünnet âlimleri beyan etmişlerdir.

Mezhepsiz Reşit Rıza’nın mezhepsizliği teşvik Kitabı için Karaman, “Bu kitap, cehalet ve taassubu izale için yazılmıştır” diyor. Dört mezhepten birine bağlanmak, mezhepten çıkmamak ve beşinci mezhepleri kabul etmemek cehalet ve taassupmuş. Asırlardır dört hak mezhebin birisine bağlanan sünniler, yıllardır bu gericilik çemberini kıramadılar demek ki…

Karaman, “Allah ve Resulü, bizi Hanefi, Şafii, Maliki gibi bir mezhebe bağlanmak, bunları müdafaa etmekle mükellef kılmamıştır, İslam’a bağlanmak onu müdafaa etmekle mükellef kılmıştır” diyor. Yani asırlardır bir mezhebe bağlanan sayısız ulema, evliya ve diğer Müslümanlar, İslama değil mezhebe bağlanmışlar, dolayısıyla bunlar Allahü teâlânın emrinin aksini yapmışlardır. İslamla mezhebi farklı olarak gösteriyor.

Hanefi olduğunu söyleyen Karaman, canı isteyince İmam-ı a’zamı tepebileceğini göstererek ağzından baklayı çıkarıyor: “Ebu Hanife’ye göre bir kimseyi ölümle tehdit edip zorla karısını boşatsalar bu boşanma muteberdir. İmam-ı Şafii’ye göre boş düşmez” diyor. İmam-ı Şafii’nin ictihadının İslamın ruhuna daha uygun olduğunu çekinmeden söylüyor. İmam-ı a’zam, Karaman kadar İslamın ruhuna vakıf değil miydi?

İmam-ı Rabbani hazretleri, Mebde ve mead Risalesinin 30. fıkrasında buyuruyor ki:

“Namazda kıraat farzdır. Hadis-i şerifte de (Fatihasız namaz olmaz) buyurulduğu halde hakiki kıraati bırakıp kıraat-ı hükmiye karar verilişinin sebebini anlayamadım. Mezhebimiz Hanefide imam arkasında kıraata dair açık bir delil bulunmamasına rağmen mezhebe uyarak imam arkasında FATİHA okumazdım. Zira okusam mezhepten çıkmış olurdum, halbuki mezhepten çıkmak ilhaddır.”

Demek oluyor ki, İmam-ı Rabbani gibi müceddid ve müctehid bir veliyyi kamil, delilini bilsin veya bilmesin istisnasız mezhebinin bütün hükümlerine tabi oluyor, bir hükme bile tabi olmamayı mezhepten çıkmak ve ilhad kabul ediyor. Şu halde zahir ve batın ilimlerinde mütehassıs senet âlim, İmam-ı Rabbani hazretlerinin bildirdiğine göre, Hanefi bir Müslüman, Şafiiye uyarak karısını boşamazsa mülhid oluyor, mezhepsiz oluyor.

Karaman, “Mahremi bile olsa kadına dokununca da abdest bozulur” diyerek İmam-ı Şafinin ictihadını İslamın ruhuna uygun bulmuyor. Şafii mezhebinde mahremi olan kadına dokununca abdest bozulmaz. Karaman, niçin bozar diyor? Mezheplerde doğru yanlış aramaktan öğrenmeye acaba vakit bulamadı mı ki? Yoksa mahrem kelimesini mi bilmiyor? Bir insanın hanımı, kendisine mahrem değildir.

Karaman mezheplerde doğruyu yanlışı arayacağına, kendisi nasıl olsa en doğruyu bilebiliyor. En doğru bir mezhep kursun. Buna kim ne diyebilir? Lütfen dört hak mezhebi birbirine karıştırmasın.

“Vehhabilik sünni bir mezhep olmakla beraber, şirkten kaçmak, tevhidi korumak için, bazı ifratlara düşmüştür” diyor. Burada üç büyük hata var:

1- Hiç bir Ehli sünnet âlimi Vehhabiliğe sünni mezhep dememiş, aksine sayısız reddiyeler yazmıştır. “Nimeti İslam” Kitabının nikah bahsinde Vehhabilliğin zındıklık olduğu bildirilmektedir.

2- Vehhabilik sünni bir mezhepmiş de yalnız bazı ifratları varmış, ifrat ne ile bilinir? Kitap ve Sünnete göre bilemeyiz. Bütün sapık mezhepler, kendi mezheplerinin de Kitap ve Sünnete dayandıklarını iddia etmişlerdir. İfrat ve tefrit Ehli Sünnet akidesine göre ölçülür. Vehhabilik eğer sünni bir mezhep ise ifratı olmaz onun. Çünkü farklı ictihad rahmettir, ifrat değildir.

3- Vehhabilerin şirkten kaçmak ve tevhidi korumak gibi iyi niyetleri varmış. 72 sapık mezhebin hepsi de iyi niyetli idi, fakat hepsi de Ehli Sünnetin dışına çıktığı için sapıttı. “Cehennem iyi niyetlilerle doludur” mealindeki hadis-i şerife göre iyi niyetle işlenen günah ve küfürlerin mazeret sayılmaz.

Karaman, Reşit Rıza için “Müellifin selefi oluşunu, Vehhabilikle karıştırmışlardır” diyor. Demek ki, Reşit Rıza’nın mezhebi yokmuş, dört mezhepten birisine mensup değilmiş, selefi imiş. Halbuki selefilik vehhabiliğin diğer adıdır. Vehhabiler selefiyiz diyorlar.

Karaman, Reşit Rıza’nın kitabından şu dört cümleyi seçiyor:

1- Bugün fetva makamından çıkan fetvalar İslam fıkhı, hele hiç olmazsa 4 mezhep üzerine olmalı.

2- Bugün hiç olmazsa 4 mezhep imam ve fakihlerinin görüşlerinden süzülmüş bir kitap telif edilmeli.

3- Müminlerin ibadetler konusunda herhangi bir müctehidi -mezhebi- taklit etmelerinde mahzur yok.

4- Fakat bir kimse müctehid imamların hepsini sever ve sayar da sünnete uygun olduğuna kanaat getirdiği yerlerde onların her birine tabi olursa davranışı övgüye layık olur.

Bu cümleleri inceleyelim:

1- Birinci cümlede tek mezheple değil, İslam fıkhı ile fetva verilmesi isteniyor ki, tek mezhebe bağlılığın islam fıkhı demek olmadığı açıkça söylenmektedir, İmam-ı a’zam tek mezheple amel etmiştir, Hanefiler, Şafiiler, Malikiler tek mezheple amel etmiştir. Selefi meşreplilere göre bunlar İslam fıkhı ile amel etmiş sayılmıyor. “Hiç olmazsa dört mezhep üzerine fetva verilmeli” demek de, dört mezhepten seçilerek verilmeli demektir. Yine tek mezhebe düşmanlık.

2- “Dört mezhebin hükümlerinden süzülmüş bir kitap telifi” ne demektir? Açık şekilde dört mezhebi tek mezhep halinde birleştirmek değil midir? Bu mezhep böyle diyor, öteki müctehid şöyle diyor, diyerek fıkıh anarşisi çıkarmak değil midir? Dört mezhebin kitaplarını bir kitap halinde, dört yolu bir yol halinde birleştirmek dört mezhebi kaldırmak değil midir?

3- Üçüncü cümle ile de tek mezhebe bağlı kalma mecburiyeti kaldırılmak isteniyor. Bir müctehide bağlanılabilir deniyor. Karaman parantez açmış, müctehidden kasıt mezhep diyor. Halbuki Reşit Rıza’ya göre müctehidlik iddia eden herkes mezhep sahibidir.

4- Dördüncü cümle de çok enteresan… Mükellefin müctehid imamların sünnete uygun olduğuna kanaat getirdiği yerlerde onların her birine tabi olması övgüye layıkmış. Ne demek bu? Müctehid imamların sünnete uygun olup olmadığını kim tespit edecek? Cevap olarak “bir kimse” deniyor. Yani önüne gelen mezhep imamlarının hatasını araştıracak. Hak olan mezheplerde sünnete aykırı taraf bulunmadığı için hak mezhep denmiştir. “Sünnete uygun olduğuna kanaat getirdiği yerlerde” tabirini kullanmakla “Sünnete uymayan yerleri de var” denmek istendiği gizli değildir. Bir kimse, sünnete uygun olduğuna kanaat getirdiği yerlerde bazen bu müctehidi, bazen ötekini taklit ederse, yani her mezhepten işine gelen yerleri alırsa, buna mezhepsizlik derler.

Karaman Yavuz’a soruyor: “Kendinizi Ehli Sünnetin mihengi mi zannediyorsunuz? Size böyle bir ehliyet diplomasını veya icazetini kim verdi?”

Mezhepsizlere göre mihenk taşları, mezhep imamları ile müctehidler değildir. Mezhep imamları da insan olduğu için hata ederlermiş, mezhep imamlarının Kitap ve Sünnetten çıkardığı hükümler ölçü olmazmış. ancak mezhepsizlerin Kitap ve Sünnetten çıkardığı hükümler ölçü ve mihenk taşları oluyormuş. Mezhep imamları insan olduğu için yanılıyor, fakat mezhepsizler insan olmadıkları için hata etmezlermiş. Davudoğlu hoca, Mezhepsizler için onlar insan değil, belhüm edal derdi.

Karaman, Yavuz’a soruyor: “İslam davasına bizden fazla sahip çıkma hakkını nereden alıyorsunuz? Size böyle bir ehliyet diplomasını veya icazetini kim verdi?”

Karaman’a mezhepler arasında tercih yapma, bir hükmün İslam’ın ruhuna daha uygun olduğunu, diğerinin uygun olmadığını söyleme icazetini kim vermişse, Yavuz’a da böyle bir işin caiz olmadığını söyleme icazetini o vermiştir.

Diyalogcu Medyanın Karaman "Aşkı"...

hayrettin karaman fethullah gülen fetullah gülen diyalogcular dinler arası diyalog hayreddin karaman

Fethullah Gülen cemaatinin vakıfları, okulları, gazete ve televizyonlarıyla başı çektiği “Dinlerarası Diyalog” faaliyetleri mercek altında. Çok uzunca bir süre rakipsiz, eleştirisiz yürütülmüş “diyalog” çalışmaları son dönemde yoğun bir eleştiri bombardımanı altında.

Fethullah Gülen’in ABD’ye ikamet ediyor olmasından, cemaatin yayın organlarında 11 Eylül sonrasında zaman zaman göze çarpan ABD ve İsrail bakış açısına dek pek çok unsur, çeşitli çevreleri şüphelerinin cemaat üzerinde odaklanmasına yol açtı. Normalde bir arada görülmeyen isimler ve gruplar, Gülen cemaati hakkında aynı şüpheleri, eleştirileri dile getirmeye başladılar. Gazete ve televizyonlarda başlayan Gülen eleştirileri zamanla kitaplaştı, hattâ CDler halinde elden ele dolaşmaya başladı.

Gülen cemaatinden bu eleştirilere gelen belli başlı yanıt, eleştirileri yapan çevrelerin geçmişini öne çıkartmak, birbirleriyle uyuşmazlıklarının altını çizmek ve “Acaba bu çevreler niye tam da Gülen konusunda anlaştılar?” diye yüksek sesle sormak oldu. İşçi Partisi ile Ülkücülerin elele verip Gülen’i eleştirmeleri tuhaf, deniliyordu. Doğu Perinçek’in din karşıtı bir konumdan gelip misyonerliğe karşı savaş açmasının şüpheli olduğunu söyleniyordu. Dinle diyanetle ilgisi sınırlı çevrelerin “Dinlerarası diyalog” söylemine ve faaliyetine karşı çıkmalarının anlamsız, mesnetsiz, hattâ kötü niyetli olduğu ileri sürülüyordu.

Ancak Gülen cemaati aynı türden eleştirilerin İslami çevrelerden gelişini izah edemiyordu. İslam bilgisinden, dini hassasiyetinden kimsenin şüphe etmediği insanlar, akademisyenler de “Dinlerarası diyalog” da bir bit yeniği görüyorlardı. Son olarak Suat Yıldırım’ın hazırladığı Kur’an mealinde İncil ve Tevrattan pasajlara yer verildiğinin ve bu mealin birkaç yıl önce Zaman gazetesi tarafından promosyon olarak dağıtıldığının ortaya çıkmasıyla yeni bir tartışma patlak verdi.

Kur’anı Kerim metnine paralel olarak İncil ve Tevrat’ın konduğu kitap bir akademik mukayese çalışması değildi, halkın kullanımına sunulmuştu çünkü. Bunu, özellikle de promosyon olarak dağıtılmış olması nedeniyle, İncil ve Tevrat’ın evlere sokulması olarak yorumlayanlar çıktı. Cemaatin, gizli bir Hıristiyanlık propagandası yaptığını ileri sürenler bile oldu. Daha önce elden ele gezen CD’lerde gündeme getirilen türden iddialar bu kez gazete köşelerinde, TV’lerde açık açık dile getirilmeye başlandı. İş, cemaatin bu iddialara yanıt verme mecburiyeti hissetmesine yol açacak raddeye geldi.

İşte, tam bu noktada ilginç bir gelişme yaşandı.

Gülen cemaatinin yayın organlarından Aksiyon dergisi, Zaman gazetesi ve Samanyolu TV koordineli bir biçimde konuyu gündeme aldılar. Aksiyon dergisi son sayısında, Gülen cemaatinin Dinlerarası Diyalog faaliyetine en sert yaklaşımlardan birini teşkil eden “Dinlerarası Diyalog İhaneti” kitabının yazarıyla bir “kontra söyleşi” yaptı. Kitabın yazarı, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Yümni Sezen söyleşide son derece enteresan bir tespitte bulunuyordu: Yümni Sezen’e göre dinlerarası diyalog “tuhaf bir yere” doğru gidiyor, diyalogcu çevreler haklarındaki şüphe ve eleştirilere yanıt vermiyor, açıklamaları ise “hep Hayrettin (Karaman) Bey yapıyor. O da sadece diyaloğun faziletinden bahsediyor”du.

Önceki günkü Zaman gazetesi Yümni Sezen’i haksız çıkartmadı ve 15 gün önce STV’de yayınlanan Hayrettin Karaman’la yapılmış bir söyleşinin bant çözümünü yayınladı. Dinlerarası diyalog eleştirilerine yanıt mahiyetinde sunulan söyleşiyle yetinmeyen gazete, konuyu dün de Hüseyin Gülerce’nin köşe yazısında sürdürdü. (Hüseyin Gülerce, ZAMAN - 6.03.2006)

Gülerce, Hayrettin Karaman’ı “Hayrettin Kahraman” ilan ettiği yazısında hocanın dinlerarası diyalog eleştirilerine verdiği “yanıt”ları övdü. Ancak Gülerce’nin yazısında dikkat çeken husus, Gülen cemaati dışından ve Türkiye’de itibarı son derece yüksek bir hocadan “destek” bulmuş olmanın sevinci.

Gülen cemaati, Doğu Perinçek’ten kendilerine yönelen eleştirilerden rahatsız değil. Sonuçta, bunları geçersiz kılmak için Perinçek’in PKK kampındaki bir fotoğrafını hatırlatmak yeterli olabiliyor. Ancak, İslami çevrelerden yönelen eleştirilere bir yanıt vermekten kaçınılıyor. İşte burada devreye, Hayrettin Karaman giriyor. Dinlerarası diyalogcular, Hayrettin Karaman’ın itibarından yararlanma yoluna gidiyorlar. Gülen cemaatinin “aşkı” nın temelinde yatan bu.

(kaynak: 8sutun.com)

Yümni Sezen’den Diyalogculara Yalanlama

Prof. Dr. Yümni Sezen marmara ilahiyat dinler arası diyalog aksiyon dergisi zaman gazetesi

“Diyalog ihaneti” adlı eseriyle diyalogcu çevreleri sarsan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yümni Sezen, Aksiyon dergisine bir mülakat verdi. Ancak mülakat Aksiyon ve Zaman tarafından çarpıtıldı.

Aksiyon Dergisi Yazı İşleri Müdürlüğü’ne,

13 Mart 2006 tarih ve 588 sayılı derginizde benimle yaptığınız röportaj yayınlandı. Röportaj yapmak isteyen gençleri samimi bulduğum için kabul ettim. Röportaj ve haber adı altında cemaati savunma ve beni de bir çeşit sorgulama sürecine dönüştü. Kendi ifadelerine göre benim Ehl-i Sünnetten olup olmadığımı ve namaz kılıp kılmadığımı önceden soruşturmuşlardı. Geçer not almışım. Ama benim onlar hakkındaki duygularım doğru çıkmadı.

Ses alma cihazını kapattıktan sonra artık daha samimi konuşabiliriz, kaydetmeye gerek yok dedikleri halde kitabın ismini değiştirip değiştirmeyeceğime ait soru ve verdiğim cevap da röportaja eklenmiş. Röportajcıların ne kadar samimi olduklarını buradan anlamak mümkündür.

Başlığa koyduğunuz “Kitabımı saldırı malzemesi yapmasınlar” ifadesi bana ait değil. “Aydınlık Dergisi gibi dinî kaygısı olmayan çevrelerin ya da başka niyetleri olan grupların kitabımı istismar etmesinden rahatsız olur, üzülürüm” ifadesi de benim değil. Aydınlık Dergisi’nin adının geçtiği yer bana sorulan sorudaki bir ifadedir.

“Kitabımı olur olmaz ve din ile ilgisi olmayan çevreler kullanacaklar diye yanlışlarınızı tenkit etmeyecek miyiz, elbette ilgisiz kimselerin kullanmasına üzülürüm” şeklindeki ifadem değiştirilmiştir. Anlaşılıyor ki Aydınlık Dergisi savunmalarınıza bir sığınak olmuş. Sizin kurcalamanızdan sonra baktım, Aydınlık Dergisinde gayet güzel şeyler yazılıyor. Şirkteki Hıristiyanları tevhit dinine çekmek için uğraştığınızı söylüyorsunuz, kendiliğinden dinî çizgiye gelenlere cephe alıyorsunuz. Bu nasıl şey? Meşhur diyalogunuzu Hıristiyanlardan önce memleketimizin insanlarına çevirseniz daha iyi olmaz mı?

Cevaplarımda önemli hususların çoğunu atlamışsınız. Mesela derginizin bir sayısında teslisin felsefesini yapan yazıya yer verdiğinizi söylemem gibi. Fakat şunu söylemeden geçemeyeceğim. “(Aydınlık dergisiyle) sanki aynı cephede yer almış gibi görünüyorsunuz” sorusuna cevap olarak başka yerde kullandığım ifadeyi, bunun cevabı gibi monte etmişsiniz. “Sosyolojide beklenmeyen sonuçlar diye bir konu var” ifadem cemaatin niyetleri ile ilgili kısımda idi. Niyet iyi de olsa kötü bir sürece vasıta olur demiştim. Bundan sonra sosyolojide de beklenmedik sonuçlar diye bir bahis vardır, diye eklemiştim. Bunu Aydınlık Dergisi ile ilgili sorunuzun cevabı olarak kullanmışsınız. Ses alma cihazınızı tekrar dinlerseniz bunu göreceksiniz.

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Röportajı yayınladığınız sayfaya, ne ilgisi varsa, Hıristiyan ve Yahudi ruhanilerinin, muhtemelen bir ayin sonrasında çekilmiş resmini koymuşsunuz. Kenarda da yalnız kalmış İstanbul müftüsü duruyor. Hangi resmi veya neyi koyacağınız beni ilgilendirmez ama sürekli böyle motifler kullanıyorsunuz. Şuuraltınız mı karışık, yoksa anlayamadığımız bazı mesajlar mı vermek istiyorsunuz?

Röportaj yayınınızdaki saptırılmış yerlerin düzeltilmesini rica ediyorum.”

14.03.2006
Prof. Dr. Yümni SEZEN

***

Zaman Gazetesi Yazı İşleri Müdürlüğü”ne,14.03.2006 günkü gazetenizde, benimle ilgili Aksiyon Dergisi’ndeki röportajdan alıntı haberde, dergideki saptırma ve uydurmalara, üzerine eklemek suretiyle yalan ve iftiralarda bulunduğunuz görülmektedir.

Karşı çıkan veya kuşku duyanları kazanmak için yeni bir takım taktiklere başvurduğunuzu söylüyorlardı. Bu vesile ile yalan ve iftira ile de bu işi yaptığınızı öğrenmiş oldum.

Başlıktaki “bazıları kitabımı başka hesaplar için kullanıyor” ifadesi ve bu ifadeyi tekrarlayan içerdeki ifadeler bana ait değil, sizin uydurmanızdır. “Başkalarına imla ve tashihler mânâsında edisyon için gösterdiniz mi” sorusuna verilen “birçok kişiye kontrol ettirdim” şeklindeki cevabımı, “kitaba birçok kişinin eli değdiğini kaydetti” diye değiştirmeniz, hakikat dışı bir hareket, yalan ve iftiradır. “Ekibim var, yardımcılarım var, bana destek olan insanlar var” ifadesi de size ait bir yalan ve iftiradır. Bu kadar kaynağı nasıl kullandığınız ve düzeltmeler yapıldı mı mânâsındaki soruya verilen cevabı nerelere çekmek istediğiniz bu saptırmalardan anlaşılmaktadır.

F.Gülen”in diyalogla ilgili bir çalışması olup olmadığını bilmediğim de tarafınızdan uydurulmuştur. Sadece bahsettikleri bir kitabı görmediğimi söyledim.

“Yanılmış olursam bir kişi yanılmış olur, ya yanılmış olmazsam Türkiye’ye ve Müslümanlara yazık olur” şeklindeki ifademi de “yanılmış olma ihtimalim”e çevirmişsiniz. Bu kadar yalan ve saptırma sahiplerine Müslümanlar nasıl inansın ve güvensin?

Neredeyse Yümni Sezen bütün söylediklerinden vazgeçti diyeceksiniz ama cesaret edememişsiniz. İnternette bu vebale de girmiş olduğunuz haberini aldım.

Bu kadar uydurma ve saptırmaya başvurduğunuza göre, kendinizi savunmak için ne kadar acz içine düştüğünüz anlaşılıyor.

Ben bir ilmî araştırma yaptım. İlim ve Müslüman ahlâkı bu sorulara cevap vermeyi gerektirirdi ve ben de yanlış yapıp yapmadığımı öğrenmiş olurdum. Siz ise yalan ve saptırmaları seçtiniz. Kitabın isminin gerçekten isabetli olup olmadığında tereddütlerim vardı. Fakat bu tutum ve davranışınızla tereddütlerimi ortadan kaldırdınız.

Uydurduğunuz ve saptırdığınız cümleleri değiştirmenizi, tazminat dâvâsı hakkım baki olmak üzere, talep ediyorum.”

14.03.2006
Prof. Dr. Yümni SEZEN

Hazret-i İbrahim’e İftira Ediyorlar

ibrahimi dinler masalı fethullah gülen dinler arası diyalog dinde reform

Soru: Son günlerde İbrahimi dinler diye bir şey söyleniyor.

Din kitaplarında böyle bir tabir var mı?

CEVAP
Böyle bir tabir yoktur.
Sadece semavi dinler tabiri geçer. Bunlar Hıristiyanlığı ve Yahudiliği hak din gibi göstermeye çalışan misyonerlerin sinsi bir oyunudur. İbrahimi dinler diye milleti toptan gayri müslim yapmaya çalışıyorlar. Allahü teâlânın, İslamiyet’i göndererek yürürlükten kaldırdığı bozuk dinleri [Hıristiyanlıkla Yahudiliği] yürürlüğe koymaya ve ehl-i kitap denilen gayri müslimleri müslüman göstermeye gayret ediyorlar.

Allahü teâlâ, o dinler bozulduğu için, son olarak İslam dinini göndermiştir. O dinler bozulmamış bile olsa, sonraki gelen din önceki dini nesh eder, yürürlükten kaldırır. Onun için Hıristiyanlığı, Yahudiliği hak din gibi göstermeye çalışmakta bir art niyet yoksa, misyonerlerin tuzağına düşmekten başka şey değildir.

Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

(İbrahim, ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; o, Allah’ı bir tanıyan doğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi.) [Al-i İmran 67]

Allah böyle buyuruyor, misyonerlerin uşakları, Hıristiyanlık ve Yahudilik için, İbrahimi din diyor. İbrahim aleyhisselam Hıristiyan veya Yahudi mi idi? Değilse ne diye ona böyle iftira ediliyor?

İbrahimi dinler
perdesi altında gayri müslimlere kucak açanlar, şu âyete de aykırı hareket etmiş olur:

(Sen, onların dinine uymadıkça, Hıristiyanlar ve Yahudiler senden hoşnut olmazlar. De ki “Doğru yol, ancak Allah’ın [bildirdiği İslamiyet] yoludur.”) [Bakara 120]

Şimdiki Yahudi ve Hıristiyanlar, Muhammed aleyhisselama inanmadıkça, yani Müslüman olmadıkça ebedi Cehennemliktir.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Cennete ancak Müslüman olan girer.) [Buhari, Müslim]

(Beni duyup da Peygamber olduğumu kabul etmeyen Yahudi ve Hıristiyan, mutlaka Cehenneme girecektir.) [Hakim]

Müslüman olan Allah’a inanır. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimde buyuruyor ki:

(Allah indinde hak din ancak İslam’dır.) [Al-i İmran 19] (Yahudilik ve Hıristiyanlık denmiyor)

(Sizin için din olarak İslam’ı beğendim.) [Maide 3] (Yahudilik ve Hıristiyanlık denmiyor)

(İslam’dan başka din arayan, bilsin ki, o din asla kabul edilmez.)
[Al-i İmran 85] [Bu âyete rağmen İbrahimi din diye başka bir din nasıl aranır?]

(Allah’a ve onun ümmi nebi olan Resulüne iman edin, ona uyun ki doğru yolu bulasınız.)
[Araf 158] (Muhammed aleyhisselama iman etmeyen, Ona uymayan Yahudi ve Hıristiyanlar Cehennemliktir.)

(De ki, “Allah’a ve Peygambere itaat edin! Eğer
[uymayıp] yüz çevirirlerse, [kâfir olurlar] Elbette Allah kâfirleri sevmez.) [Al-i İmran 32]

(Allah ile resullerinin arasında farklı bir yol tutmak isteyenler kâfirdir.)
[Nisa 150,151]

(Allah’a ve Resulüne inanmayan [kâfir olur] kâfirler için de çılgın bir ateş hazırladık.) [Feth 13]

(Allah’a ve Resulüne karşı gelen, bilsin ki, Allah’ın azabı çok şiddetlidir.) [Enfal 13]

(Kimi, ona
[Resulüme] iman etti, kimi de, ondan yüz çevirdi. Bunlara da çılgın ateşli Cehennem yetti. Âyetlerimizi inkâr ederek kâfir olanları elbette ateşe atacağız.) [Nisa 55-56]

(Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın.)
[Muhammed 33]

Diyaloğa Evet, İstismara Hayır!

dinler arası diyalog dityalogcu papazlar hahamlar fethullah gülen Diyalog dinimizin emri… Hıristiyan, Yahudi; dinli dinsiz herkesle diyalog şart. Hele zamanımızda bu daha da önem kazandı. Çünkü, dünya küçüldü, insanlar birbiri ile iç içe yaşamak zorunda. İnancı ne olursa olsun, her insanın huzur ve emniyet içinde yaşaması tabii hakkı. Bu da ancak, diyalogla, hoşgörü ile, karşılıklı saygı ile olur.

Hal böyle olunca, Müslümanın diyaloğa, hoşgörüye karşı çıkması mümkün değil. Zaten bu diyalog İslam dünyasında asırlardır, en güzel şekilde yaşanmış. Bizzat Peygamber efendimiz Hıristiyanlarla, Yahudilerle diyalog kurmuş. Onlara iyi davranmış, ibadetlerine mani olmadığı gibi , ibadetlerini rahat yapabilmeleri için kolaylıklar sağlamış. Onlarla alış veriş yapmış, onların yemeğini yemiş, elbiselerini kullanmış…

Daha sonraki devirlerde de Müslüman ülkelerde, Müslümanlarla, gayri müslimler hep iç içe yaşamışlar; hatta Müslüman ülkeler gayri müslimlerin sığınak yeri olmuştur. Bütün Avrupa’nın dışladığı, gemilerde ölüme terk edilen Yahudilere sadece Osmanlının sahip çıkıp, onları İstanbul’a yerleştirdiği herkes tarafından bilinen gerçeklerden sadece biri.

Bütün bilinen bu gerçeklere rağmen, bugün,sanki, farklı din mensubu insanlar arasındaki diyalog kopmuş, dinler savaşı yaşanıyormuş gibi, Vatikan’ın diyalogla yatıp, diyalogla kalkması Müslümanları haklı olarak endişelendirdi. Acaba, altından nasıl bir çapanoğlu çıkacak diye merak edildi.

Sonunda bulutlar dağıldı; Vatikan’ın gerçek niyeti diyalog değil, bunu istismar ederek, Hıristiyanlığın propagadasını yapmak olduğu ortaya çıktı. Papa 2. Jean Paul, Sen Pietro Kilisesinde, (25.6.2000) düzenlenen ayinde, ‘’Kilise ile diğer dinler arasındaki diyaloga evet. Ama aynı zamanda tek kurtarıcının İsa olduğunu ilan etmek gerekiyor’’ diyerek, gerçek maksadını açıkca ortaya koydu. Böylece “Din mensupları arasındaki diyaloğa evet. Ama, istismara hayır!” sözümüz bir kere daha haklılık kazanmış oldu.

Artık kabak tadı vermeye başladı bu propagandalar. Basının alay konusu oldu; şov yapmakla suçlandı Vatikan. Kendi din mensupları bile rahatsız oldu; Vatikan’ın bu istismar kokan, açıklamalarından, uydurulan efsanelerden, sırlardan(!) sıkılmaya başladı. Günlerdir beklenen Vatikan’ın canlı yayındaki açıklamasını, yerli – yabancı bütün basın “sırlar fos çıktı” yorumu ile verdi. İtalyan halkından gelen olumsuz tepkileri gören Vatikan geri adım atarak Papa’nın tam tersine, “Fatima olayının dini bir tarafı yok, mucizevi bir olay değil” açıklaması ile halkın tepkisini azaltmaya çalıştı.

Zaten tarih boyunca, Vatikan hiçbir zaman tavrını net bildirmedi. Sözü ile özü bir olmadı. Gerçek niyetleri hep saklı kaldı. Başarırlar veya başaramazlar, ama bu defa gerçek niyetlerinin; dinlerarası diyalog, hoşgörü adı altında, dinleri birleştirmek, sonra da bütün dünyayı Hıristiyanlaştırmak olduğu ortaya çıktı artık.

İşin başka bir yönü de, bütün bunları Vatikan’ın kendiliğinden yapmadığıdır. Arkasında, Batı devletlerinin olduğudur. Batı, özellikle İngilizler, asırlardır Osmanlı ile uğraştı. Daha o zamanlar Türkleri, elde ettikleri bazı paşalar vasıtasıyla Hıristiyanlaştırmak istediler, fakat tutmadı. Tutmayınca, Osmanlıyı yıktılar, bu yetmedi, bu defa da İslamiyeti hedef aldılar.

Batılı ülkeler biliyorlar ki, bugün de, Türkiye, Avrupa için çetin cevizdir. Bunun için Avrupa Birliği, bu halimizle bizi aralarında görmek istemiyor. Dışarıda bırakmaktan da korkuyorlar çünkü o da ayrı bir tehlike onlar için.

Bunun için Hıristiyanlaştıramadıkları takdirde ne yapılacağına dair alternatif planlar üretiyorlar: Gerçek İslam onlar için her zaman tehlike demektir. İslamiyeti yakından tanıyan Hıristiyan alemi Müslüman olabilir. Avrupa’nın dengesi değişebilir. Bu tehlikeden ancak, şimdiki Hıristiyanlık gibi, gerçeği ile ilgisi olmayan, sadece ismi İslam olan bir din geliştirerek kurtulabileceklerine inanıyorlar.

Planlanan bu dinde, İslamın temel inançları ile amellerinin esası olan fıkıh olmayacak; alimler, mezhepler devre dışı kalacak. Dünya işleri ile ilgisi kesilecek; haramı, helalı olmayacak, tamamen ruhanî olacak. Kısacası, namazsız, oruçsuz, zekatsız… felsefi konularla donatılmış bir din olacak.

Bunun için de, dinin muhatabı, tatbikçisi Peygamberimiz, devre dışı bırakılacak; hadîs-i şerifler, “uydurma, aslı yok” ithamı ile dinin kaynağı olarak kullanılmayacak. Kur’an-ı kerime de tespit edilen esaslar doğrultusunda mana verilecek. Bazı âyetler zamana uymuyor diye devre dışı bırakılacak. Böylece, İslâmiyet bir hümanizma, bir ahlâk sistemi haline getirilecek. Batı’nın planı, hesabı bu…

Dinlerarası Diyalog, Vatikan’ın Tuzağı

Doç. Dr. Mahmut Aydın ve Dinler Arası Diyalog

Dinlerarası diyalog ve misyonerlik araştırmalarıyla bilinen Ondokuz Mayıs Üniversitesi Dinler Tarihi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mahmut Aydın, dinlerarası diyalog oyununa karşı Müslümanlar’ın uyanık olmasını isteyerek, “Dinlerarası diyaloğu ortaya çıkaran 2. Vatikan Konsili belgesinde İslâmiyet’e yer verilmiyor. Dinlerarası diyaloğun bizimle bir ilgisi yok” dedi.

Doç. Dr. Mahmut Aydın, Hıristiyanlar’ın, özellikle Katolik ve Protestanların 19. yüzyılda bütün dünyanın Hıristiyanlaşacağına inandığını, 19. yüzyıl bittiğinde hiç de öyle bir hedefe ulaşamadıklarını söyledi. Aydın, bunu gören Katolik Kilisesi’nin kendisine “Biz nerede yanlış yaptık? Ekonomik güce rağmen neden Hıristiyanlığı yaygınlaştıramadık?” sorularını sorduğunu ve bu soruların ardından dinlerarası diyaloğun doğduğunu kaydetti.

1962-1965 yılları arasında 2. Vatikan Konsili‘nin düzenlendiğini, bu konsilden Müslümanlar ile ilgili olumlu bir karar çıkarma düşüncesi bulunmadığını ifade eden Aydın, “Bu konsili toplayan Kardinal Bea, Yahudiler ile ilgili olumlu bir rapor hazırlanmasını istedi. Hazreti İsa’yı öldürmekten sorumlu tuttukları ve Nazi soykırımı da dahil eziyet yaptıkları Yahudiler ile aralarında iyi ilişkiler kurma düşüncesi doğdu” diye konuştu.

Hazırlanan rapor alt komisyona gönderildiğinde, İslâm ülkelerinden katılan kardinallerin buna itiraz ettiğini ve bu belgenin kabulünün İsrail’in tanınması anlamında olduğunu belbirterek, bu rapor yüzünden İslâm ülkelerinde faaliyetlerini sürdüremeyeceklerini söylediğini açıklayan Aydın, şu bilgileri verdi: “Bunun üzerine rapora Müslümanlar ile ilgili bir paragraf ekleniyor. Yalnız bu paragraf İslâmiyet ile değil Müslümanlar ile ilgili.

Raporda İslâm kelimesine hiç yer verilmiyor. Ama maalesef Türkiye’de diyalogla ilgili yazanlar, ‘İslâm ile ilgili şöyle şöyle denildi’ diyor. Hayır, böyle bir şey yok.

Raporda; ‘Müslümanlar iyi insanlar olabilir. Müslümanlar içerisinde ahlaklı, namuslu, dürüst insanlar olabilir. O insanlar kurtuluşa erecekler. Ama onların kurtuluşa ulaşması da sahip oldukları dinden olmayacak. Onların içindeki İsa Mesih aşkından dolayı olacak’ deniyor. Yani beni Müslüman birey olarak ele alıyor. İyi eylemlerimin İsa’dan dolayı olduğunu kaydediyor. Bunların İslâm ahlakından kaynaklandığını söylemiyor. Yani son ve hak din olan İslâm’ı reddediyor.

Dinlerarası diyalog, Dünya Kiliseler Birliği ve Katolik Kilisesi’nin yürüttüğü faaliyetler zinciridir ve kiliselerin diyaloğudur. Bu faaliyetlerin amacı misyonerlik. Hıristiyanlığın daha iyi tanınıp bilinmesini sağlamaktır. Hıristiyanlık tanınıp bilinemiyorsa, en azından Hıristiyanlığa sempatiyle bakılması amaçlanmaktadır. Amaç budur. Bunun bizimle ilgisi yok.”

(Vakit, haber7.com 27 Mart 2006)

Vatikan’ın Nihai Hedefi

II.John Paul ve Mehmet Ali Ağca papa papalık vatikan siyaset suikast pope

Papalık, asırlardır; Müslümanlara, Yahudilere, hatta kendi dinlerinden olup da, farklı mezhepte olanlara kan kusturdu. Milyonlarca insanın kanına girdi. Son yıllarda Kilise arşivi üzerinde yapılan araştırmada Kilise’nin Ortaçağ’da din adına, yakarak ya da işkence ederek öldürdüğü insan sayısının 5 milyon civarında olduğu tespit edildi.

Şimdi yeni bir devir başlattı kilise. Bugüne kadar, hep günahkar Hıristiyanlar Kilise’ye gidip günah çıkartıyorlardı, şimdi de Kilise, Hıristiyanlara dönüp günah çıkartıyor. Papa II. Paul, Vatikan’daki pazar ayinlerinde Kilise’nin geçmişte insanlığa karşı işlediği günahları affetmesi için dua ediyor ve insanlıktan da af diliyor.

Bu yeni devirde, her fırsattan istifade ederek, kendisini öldürmeye kasteden teröristi bile affederek ne kadar insancıl, hoşgörü sahibi olduklarını göstermeye çalışıyorlar. Geçmişteki vahşetlerini unutturmak istiyorlar. Samimi olmadıkları da her hallerinden belli. Fakat insanlar bunu göremiyor.

İşte, bu Fatima ve Ağca olayı kaçırılmaz güzel bir fırsattı bunlar için. Bu şekilde bütün dünya basını kendilerinden bahsedecekti. Bundan daha iyi reklam olur mu? Vatikan, Ağca suikastinin ta 83 yıl öncesinden bilindiği masalını uydurarak, Hıristiyanlığın gelecekten haber veren, gerçek bir din olduğu imajını verdi. Bu da itibarına itibar kattı.

1999 yılı Mart ayında Vatikan, İtalyan hükümetine resmi bir mektup yazarak Ağca’nın affını istedi. Geçtiğimiz ay da Papa 2. Jean Paul, Portekiz’in Fatima bölgesine giderek, yapılan bir ayinden sonra kendisini izleyen milyonlarca Hıristiyan’a üçüncü sırrın “Ağca suikastı” olduğunu açıkladı. Bu da İtalyan hükümetinin üzerindeki baskıyı daha da artırdı. Ve halk desteğini aldı. Kimse de çıkıp, bu baskılar Laikliğe aykırı demedi, daha doğrusu diyemedi. Çünkü, Batı’da Kilise akıl almaz derecede bir güçtür. Hiçbir devlet, hiçbir politikacı buna karşı duramaz.

Papa, son bir manevra daha yaparak gizli kalması gereken vasiyetini basına sızdırdı. Bu, Ağca’nın serbest kalmasında önemli bir rol oynadı. Vatikan’a yakın kaynaklarca bilinen Papa 2. Jean Paul’ün vasiyeti, İtalyan medyasına sızdırıldı. Buna göre 80 yaşındaki Katolik dünyasının en büyük ruhani lideri olan Papa, Ağca’nın serbest bırakılması için Laik İtalyan hükümetine her koldan baskı yapmakla kalmadı. Aynı zamanda, öldüğü gün açılmak üzere hazırlattığı vasiyetine de Ağca ile ilgili bir madde koydurttu. Papa’nın kardinallerince vasiyetnamede Ağca ile ilgili olarak İtalyan devletine şöyle çağrı yapılıyor:

“Ben öldükten sonra Vatikan hükümeti, Mehmet Ali Ağca’nın serbest bırakılarak ülkesine dönmesinin sağlanması için elinden geleni yapsın. Hayattayken bunu görürsem daha da mutlu olacağım…”

İşin başka bir yönü de, her vesile ile gündemde kalıp, gizli faaliyetlerinin ortaya çıkmaması. Çünkü, bütün karanlık, kirli işler Kiliseler tarafından idare edilmektedir. Bunun için Araştırmacı-yazar Suat Parlar, “Ağca, Vatikan’ın kirli ilişkilerini koruduğu için Vatikan’a heykeli dikilmelidir” diyor.

Bu maksatla, bizzat Vatikan tarafından bir Ağca efsanesi ortaya atıldı. Bu kirli mitosun ardında saklananlar ise ortaya çıkmıyor. Vatikan, Papa suikastını bizzat kendisi örttü. Her kurumun kirliliği araştırılıyor. Ama nedense Vatikan’la ilgili bir dosya açılmıyor. Çünkü kimse buna cesaret edemiyor. Vatikan’ın bir uyuşturucu ve kara para aklama merkezi olduğu da bir gerçek…

Suikastla ilgili bir iddia da, Papa 2. Jean Paul’un ”Hizaya getirtilmesi” için gerçekleştirildiği yolundaydı. 2.Jean Paul, sadece 33 gün görev yapan ve kuşkulu bir biçimde ölen, 1. Jean Paul’ün ardından makama gelmişti. Vatikan, Opus Dei Örgütü’yle iyi geçinmeyen 1. Jeal Paul’ün cesedine otopsi izni bile vermemişti.

Örgüt, “Kutsal Mafya” olarak da adlandırılıyordu. Papa 2. Jean Paul’ün de Opus Dei ve İsrail’i rahatsız eden tavırları artmaya başlayınca, Ağca Suikastı ortaya çıktı. Ardından Papa’nın ilginç açıklamaları başladı. “Pekçok halk acı çekti. Ama Yahudi halkı özel bir halktır. Yahudiler tanrının en sevdiği kullardır.” Açıklamalar yapmakla da kalmadı. Tarihte ilk defa bir papa kalkıp, İsrail’e resmi bir ziyarette de bulundu.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz; Vatikan’nın esas maksadı, bütün fırsatları en iyi şekilde değerlendirerek, Batı devletleri tarafından 150- 200 yıldır, siyasi, ekonomik, sosyal baskılarla, sindirilen, mücadele azmi kırılan; bunun neticesinde bilhassa Ortaasya ve diğer İslam ülkelerinde meydana gelen inanç boşluğunu doldurmak. Bütün dünyada Hırıstiyan hakimiyetini sağlamak… Vatikan’ın nihai hedefi bu…

8 Nisan 2008 Salı

Gayri Müslimlere Rahmet Dilemek!

fethullah gülen ve papa ele ele diyalog

Soru: Bazıları, “Papanın imansız öldüğünü nereden biliyorsunuz, belki son nefesinde iman etmiştir. Bu bakımdan ‘rahmetli papa’ demek gerekir. İman kalbde bulunur. Kalbde iman olduğunu Allah bilir. Başkası bilemez. Kalbinde iman bulunan kimseye, mesela papaya kâfir diyenin kendisi kâfir olur. Gayri Müslimlere de imanlı olabilir gözü ile bakmak, onları sevmek gerekir. Papa gibi yaşlı ise elini de öpmek gerekir” diyorlar.

Gayri Müslimlerin ölülerine rahmetli demek caiz midir?

CEVAP

Dinimiz zahire göre hükmeder. Müslüman olduğunu söyleyen ve küfre sebep olan bir sözde ve işte bulunmayan kimsenin bir sözünden veya işinden hem imanı olduğu, hem de imansız olduğu anlaşılırsa, imanı olduğunu anlamalı, dinden çıktı dememelidir. Fakat bir kimse, gayri Müslim ise, buna kâfir denir. Kâfirlerin ölüsüne dirisine dua eden, onlara rahmetli diyen kimse, eğer Müslüman ise, o da kâfir olur.

Sualdeki aynı bozuk mantık, puta tapanlar için de, ineğe maymuna tapanlar için de, Ay’a Güneş’e ağaca tapanlar için de ve diğer bütün kâfirler için de kullanılabilir. Peki ama bunun Müslümanlıkla ne alâkası olur? Bu tür iddialar, “âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere, Allah indinde hak dinin İslam olduğuna inanmıyorum” demenin kamufleli şeklidir!…

***

Soru: Anam babam gayri Müslim idi. Şimdi öldüler. (Ya Rabbi, anama babama rahmet eyle, onları affet) diye dua etmem caiz midir?

CEVAP

Kâfire mağfiret duasında bulunmak küfürdür. Çünkü kâfirlerin hiç affolmayacağı, ebedi Cehennemde kalacağı Kur’an-ı kerimde açıkça bildirilmektedir. Onların affı için dua etmek Allahü teâlânın emrine inanmamak olur. Kâfirler için dua etmek yasaklanmıştır.

Bir âyet-i kerime meali:

(Cehennemlik oldukları [Kâfir olarak öldükleri] açıkça belli olduktan sonra, akraba da olsa, nebinin de, müminlerin de, müşrikler için af dilemeleri doğru değildir.) [Tevbe 113]

Yaşayan gayri Müslimlerin hidayete ermeleri için dua edilir. Peygamber efendimiz, kâfirlerin hidayete kavuşmaları için dua etmiştir. Kâfirlerin yok olması için dua et denildiğinde Resulullah efendimiz, (Ben lanet etmek için gönderilmedim. Ya Rabbi, bunlara hidayet et. Tanımıyorlar, bilmiyorlar) dedi. Başka bir zaman da, (Ya Rabbi, bu dini, Ömer bin Hattab ile yahut Amr bin Hişam [Ebu Cehil] ile kuvvetlendir) buyurmuştur. Hz. Ömer bu dua sebebiyle Müslüman olmuştur.

Hazret-i Ebu Hüreyre anlatır:

(Annem müşrik bir kadın idi. Ne kadar İslam’a davet ettiysem de kabul etmedi. Resulullaha gittim, (Ya Resulallah, dua edin de anneme iman nasip olsun, hidayete kavuşsun) dedim. Dua buyurdu. Ben de anneme müjde vermek için eve gittim. Evin kapısı kilitli idi. Su seslerinden guslettiğini anladım. Annem az sonra elbisesini giyip kapıyı açtı, şehadet getirerek Müslüman olduğunu bildirdi. Hemen koşarak Resulullahın huzuruna gittim. (Müjde ya Resulallah, annem Müslüman oldu) dedim. Sonra, (Ya Resulallah, bir dua daha edin de, beni ve annemi bütün Müslümanlar sevsin, biz de bütün Müslümanları sevelim) dedim. Resulullah bunun için de dua buyurdu. Hiçbir mümin yoktur ki, benim adımı işitsin de beni sevmemiş olsun.) (Şevahid-ün-nübüvve)

Bu olay gösteriyor ki, Hz. Ebu Hüreyre’yi sevmeyenlerin Müslümanlıklarından şüphe edilir.

Hiç bir müminin Cehenneme girmemesi için dua etmek caiz değildir. Çünkü, sapık günahkâr, bid’at ehlinden bir kısmı günahları sebebiyle mutlaka Cehennemde azap görecekler, şefaat yahut başka bir sebeple çıkacaklardır. Bu bakımdan öyle dua etmemelidir.

Ama (Bütün Müslümanlara, bütün müminlere rahmet eyle, onları affet) diye dua etmekte mahzur yoktur. Böyle dua edilmesi âyet ve hadislerle bildirilmiştir.

Bir âyet-i kerime meali:

(Ey Rabbimiz, herkesin hesaba çekileceği gün, beni, ana babamı ve bütün müminleri affet.) [İbrahim 41]

İki hadis-i şerif meali de şöyledir:

(Erkek ve kadın müminlere dua eden, bütün mümin sayısınca sevab alır.) [Taberani]

(Sizin amelleriniz ölü akrabanıza duyurulur. Durumunuz iyi ise sevinirler, günahkâr iseniz şöyle dua ederler: Ya Rabbi bize nasıl hidayet ettinse, onlara da hidayet etmeden canlarını alma.) [Hakim]

7 Nisan 2008 Pazartesi

Sıra Hz. Peygamber’i Çalgıyla Anmaya Mı Geldi?

STV’den Çalgılı Mevlid Kandili Programı-09 Nisan 2006, Pazar-Samanyolu tv mehtap tv fethullah gülen diyalogcu medya mevlid kandili
STV’den Çalgılı Mevlid Kandili Özel Programı-Samanyolu tv mehtap tv diyalogcu medya fethullah gülenSTV’den Çalgılı Mevlid Kandili Özel Programı-Samanyolu Tv fethullah gülen mehtap tv diyalogcu mevlid rezaletSTV’den Çalgılı Mevlid Kandili Programı-Mehtap Tv-samanyolu tv fethullah gülen dinler arası diyalogSTV’den çalgılı Mevlid Kandili Özel Programı samanyolu tv fethullah gulen dinler arası diyalog mehtap tv diyalogcular


Bugün 22 Rebiulevvel… 10 gün önce, yani 12 Rebiulevvel canımız, sevgili Peygamberimiz, Can Muhammed’in doğum günüydü. O’nun dünyayı şereflendirdiği gece “Mevlid Kandili”dir. O geceyi kutlamakla şereflenmeye çalışıyoruz.
O’nun dünyayı şereflendirdiği sene, Rebiulevvel ayının 12’si 20 Nisan’a denk gelmişti. Dolayısıyla, Miladi tarihe göre de, O’nun doğum günü 20 Nisandır, yani bugün.

Miladi takvim baz alınarak da olsa, son senelerde O’nun doğumunun “Kutlu Doğum Haftası” olarak anılıyor olması güzel oldu. Bu milletin kalbindeki peygamber sevgisini anlamak isteyenler, “Kutlu Doğum Haftası”ndaki kalabalıklara bakmalıdırlar.

Bakmalıdırlar diyoruz amma, milletteki o ezeli ve ebedi sevgiyi görmeye tahammül edemeyenler nasıl bakacak! Elbette gözü kamaşacak ve göremeyecek. Kendisi görmeye tahammül edemeyince, tabii ki içinin almadığı şeyi başkalarına da göstermek istemeyecektir…

Nitekim öyle oluyor. Milleti ilgilendirmeyen kıytırık bir mesele için bir araya gelen üç-beş kişiyi, tumturaklı seslerle duyuranlar, Hz. Muhammed (a.s.) sevgisiyle bir araya gelen onbinlerce kişilik zinde, heyecanlı kalabalıkları ne görüyor, ne gösteriyor, ne de duyuruyorlar.

Bir başka çeşit tamammülsüzlük daha var. Ama önce birkaç hatırlatma yapmalıyım: Peygam, “Haber”, peygamber de “Haber getiren” demektir. Peygamberler, Allah’ın vahiy yoluyla kendilerine bildirdiği gerçeklerin haberlerini… Ve iman ve ibadetle ilgili bilgileri, insanlara getiren, aktaran mübarek zatlardır. Peygamber denilince, akla ilk gelen imandır, ibadettir, güzel ahlaktır, fedakarlıktır. Peygamberler işte taşıdıkları bu sıfatlarla anılmalıdır. Yoksa, çalgıyla falan değil.

Peygamberimiz anılırken, O’nun verdiği iman mücadelesi, bu uğurda katlandığı eziyetler, tahammül ettiği haksızlıklar, güzel ahlakı, insanları iyilik ve ibadetlere teşvik etmesi ve mübarek sözleri anlatılmalıdır. Kainatın, O’nun hürmetine yaratıldığı anlatılmalıdır.

Kısaca: Hz. Peygamber Allah’ın habercisi olduğuna göre, O, Allah’tan getirdiği haberler anlatılarak anılmalıdır. O’nun ahlakından örnekler verilmelidir ki gerçekten anılmış olsun.

İşte tahammülsüzlüğün ikinci kısmı, bunlara zıt bir şekildeki sözde anmadır. Saz, caz ve bir sürü çalgı aletini yığdıkları bir salona insanları davet edip, o çalgı aletlerini kulakları sağır edercesine dambur-dumbur hep birden çaldıran, üstüne üstlük bunun adına bir de “Son Peygamber Hz. Muhammed’i anmak” diyenleri ne diye isimlendirmeli acaba?

Sevgili Peygamberimiz –haşa- bir Mozart mıdır ki çalgılarla anılsın!..

Kadın- erkek ayırımı yapmadan, sahnede bazılarının eline mikrofon verip, yoğun çalgı seslerinden ne denildiği bile doğru dürüst anlaşılmayan sözde na’t ve kasideleri, bir konser havası içinde söyletmek ne zamandan beri Hz. Peygamber’i anmak oldu?

Sevgili Peygamberimiz’i işte böyle anan(!) bu dostlar, “Hıristiyanlığa yeşil ışık yakmakla” da suçlanıyorlar. Ama bu suçlamayı kabul etmiyor ve diyorlar ki:

“Bizim bu faaliyetlerimizden dolayı Hıristiyan olan tek kişi varsa söylesinler. İsim versinler diyoruz, bir tek isim veremiyorlar.”

Değerli okuyucular! Benim, İstanbul’daki bir lisede tarih öğretmenliği yapan bir akrabam var. Peygamberimiz’e ve Kur’an’a iman edip etmemeyi önemli saymıyor. Dolayısıyla, Peygamberimiz’e ve Kur’an’a inanmayan Hıristiyanların da cennete gideceklerini söylüyor. “Allah’ın cenneti geniş; Hıristiyanlar niçin cennete girmesinler” diyor.

Kur’an’ı yüzünden düzgün okumayı bile pek beceremeyen bu genç öğretmenimiz, Peygamberimiz’e ve Kur’an’a iman etmek üzerinde durmuyor ama, Hıristiyanları müdafaadan da geri durmuyor. İsim isteyenlere onun ismini versek kabul edilir mi acaba?

“Gülerce”sine ve meydan okurcasına “İsim versinler” diyen dostlarımız gerçekten isim istiyorlarsa, ben hazırım. Gerçi bu genç Hıristiyan değil Müslüman. Ama ısrarı da ortada. Sorsunlar bakalım derdi neymiş. Onlar öğrensinler de biz de onlardan öğrenelim…

20 Nisan 2006 Perşembe
Ali Eren, Vakit

“İslam’dan Önce İmanı Anlatmak” [Ahmed Şahin'e Cevap]

dinler arası diyalog ahmet şahin fethullah gülen diyalogcular

Soru:
Hıristiyanlarla iman birliğimiz var, diyen bir yazar, şunları yazıyor:

“Bir Alman Müslüman bana, (Sizler hep İslam’ı anlatıyorsunuz Halbuki insanların ihtiyacı İslam’a değil, imanadır) dedi. Bir hoca da şöyle vaaz etti: (Yeryüzü bir kitaptır. Bitkiler, varlıklar da bu kitabın harfleridir, satırlarıdırlar. Bu kitabı iyi okuyan imanı öğrenir. Kâinatın bir yaratıcısı olduğunu anlar. Bitkiler çamur yer bize meyve verir. Hayvanlar ot yer, bize et verir, süt verir. Bunların bir yaratıcısı oluğunu düşünmek imandır.) Bu hoca gibi kimse imanı anlatmıyor, herkes, imanı değil hep İslam’ı anlatıyor. Kaybımız da buradan oluyor.”
(bkz. Ahmed Şahin, 21 Şubat 2007, Zaman Gazetesi)

Şimdi soruyorum:

İslam’ı anlatmak kayıp mıdır?

İnsanların İslam’a ihtiyacı yok demek küfür değil midir?

İman İslam’dan farklı mıdır?

CEVAP

Sadece Allah’ın varlığını anlatmak iman değildir. Bir Yahudi de, bir Hıristiyan da Allah’ın varlığına inanır. Çünkü kâinattaki her şey, bütün fen ilimleri, Allah’ın varlığını göstermektedir. İnsan aklı ile bir yaratıcının olduğunu bilebilir. Ama Allah’a nasıl iman edileceğini, nasıl ibadet edileceğini bilemez. Bunun için İslamsız iman olmaz.

İman Amentüde bildirilmiştir. Amentüdeki altı esastan biri eksik olursa o iman olmaz. Sadece kâinat kitabını okumakla iman edilmiş olmaz. İmanın altı esasını anlatmak da yetmez. Elde edilen iman muhafaza edilmezse imanı anlatmanın ne önemi var? İmanı muhafaza edebilmek için iki şey lazımdır:

1- Doğru imana yani Ehl-i sünnet itikadına sahip olmak.

2- Salih amellere sarılmak.

İman, muma benzer, ibadetler mum etrafındaki fener gibidir. Mum ile birlikte fener de, İslamiyet’tir. Olmazsa fener, mum çabuk söner. İmansız İslam olmaz, İslam olmayınca, iman da yoktur. Bunun için Kur’an-ı kerimde, (İman edip salih amel işleyenler) ifadeleri geçmektedir. Demek ki imanı muhafaza edebilmek için, salih ibadetlere sarılmak şarttır. Bunun için de fıkhı iyi bilmek gerekir. Bilmeden yapılan ibadet boşa gider, hem de iman muhafaza edilemez.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Dinin temel direği, fıkıh bilgisidir.) [Beyheki]

(Allah indinde en üstün kimse fakihtir.) [M.Zühdiyye] (Fakih = fıkhı bilen)

(İbadetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir.) [İbni Abdilberr]

(Âlimlerin en hayırlısı fakihlerdir.) [İ.Maverdi]

(Fıkhı bilmeden ibadet eden, gece karanlıkta bina yapıp, gündüz yıkana benzer.) [Deylemi]

Resulullah efendimiz fıkhı böyle överken, fakih için, Allah indinde en üstün kimse ve fıkıh için de, en kıymetli ibadet buyururken, fıkha ihtiyacımız yok diye fıkhı kötülemek elbette küfür olur.

İmam-ı a’zam hazretleri fıkıh için (lehine ve aleyhine olanı bilmektir) diyor. Kârını zararını bilmeden iş yapana deli denir. Dinde de kârını zararını bilmemek felakettir. Fıkıh bilmeden ibadet yapılamaz, iman da korunamaz.

Allah’ın varlığını ispata çalışmakla da iman kurtarılmaz. Küfre düşürücü söz ve hareketleri bilmeyen her zaman küfre düşer. Mesela Allah düşünür demek veya İslamiyet bir düşünce sistemidir demek, ilahi şuur demek küfürdür. Allahü teâlâ, (İman edip salih amel işleyenler hariç herkes zarardadır) buyurdu. (Asr suresi)

Bir dinsiz de, kâinata bakarak bir yaratıcıyı kabul edebilir. Onun için sadece Allah’ın varlığını kabul etmek iman olmaz. İman kalb ile olur. İslam kalb ve dil ile birlikte olur. İman kalbe mahsustur. İslam ise, kalbin, dilin ve bedenin hepsine mahsustur. İman, altı şeyi öğrenip, bunlara inanmak demektir. İman eden, dinin emirlerine uyarak Müslüman olur. Cennete girme şartı müslüman olmaktır. İslam’ı bilmek ve uymak şarttır. Bir âyette, (Allah indinde hak din ancak İslam’dır) buyuruluyor. Yoksa İslamiyet niye geldi?

Hâşâ Allah İslam’ı lüzumsuz yere mi gönderdi?